Öğrenim Yılları ve Yetişmesi
Cahit
Sıtkı öğrenimine Diyarbakır Nümune-i Terakkî-i Hâmidî Mekteb-i Ibtidâî'sinde
baslar. Bir yıl sonra da Mekteb-i Sultani'nin ibtidaî kısmına gönderilir. İlkokuldan
sonraki öğrenimine ise İstanbul'da devam edecektir. Kadıköy Saint Joseph
Fransız Lisesi'nde bir süre okuduktan sonra 1927-28 ders yılında imtihanla
Galatasaray Lisesi'nin orta kısım son sınıfına girmiş, 1928-29 ders yılında da
lise birinci sınıfa başlamıştır. O yıl aynı sınıfı iki defa tekrarlamak durumunda kalan ve bu sayede Cahit
Sıtkı'yı tanımak bahtiyarlığına erdiğini söyleyen Ziya Osman Saba, ilk
intihalarına dayanarak çizdiği portrede;
"Esmer,
arkaya taranmış, siyaha- çalar saçlı, ince dud
aklı, üst dudağı ile ufak burnunun arası fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane mogolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine kravatlı bir gençti. Halinde, durusunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi, onun hiç değilse İstanbullu olmadığın! söylüyordu." diyor.
aklı, üst dudağı ile ufak burnunun arası fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane mogolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine kravatlı bir gençti. Halinde, durusunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi, onun hiç değilse İstanbullu olmadığın! söylüyordu." diyor.
A.
Hamdi Tanpmar da anılarında Cahit Sıtkı'nın portresini çizerken
bilhassa gözlerinden söz etmektedir:
"Cahit
Sıtkı'yı tanıyanlar onun gözlerini mutlaka hatırlarlar. Küçük, esmer, çini-i
yüzü daha ziyade bu gözlerle, onların bakışlarıyla canlanır, onlarla yasar,
konuşur, dinler, hatta bazı anlarında a caip ve tatlı, son derece dokunaklı, âdeta
kadınca. daha iyisi
bir çeşit melek güzelliği kazanırdı."
Baki saha Ediboğlu da ilk tanıştıkları anı anlatırken Cahit'in
portresini söyle çizer:
"Boyu
bir Japon veya çini i kadar kısa, benzi esmere yakın duru-mat, sakakları azıcık
çıkık, ağzı büyükçe, gözleri siyah ve güzeldi. Birdenbire dikkat ettim, elleri
ve ayakları sekiz on yasındaki bir çocuğunki kadar ufaktı."
Cahit sıtkı'yı 1947'den sonra tanıdığını söyleyen bir başka yazar
da söyle diyor:
"Onu
şiirleri dışında şâir olarak kabul etmek güçtür. Yüzlerce, binlerce,
onbinlerce insandan farksız bir görünüşü ve giyimi vardı. Kısa boylu,esmer
tenli, elmacık kemikleri dışarı fırlamıştı sanki. Siması pek sempatikti ve
çocuksu idi.
Pantolon ve
ceketinin ayrı ayrı ellerden çıktığı ilk bakışta belli olurdu. Yürüyüşünün ayrı
bir özelliği vardı. Aşağı doğru gelen gövde ona ayrı bir özellik kazandırırdı.
Bu söylenenler Cahit Sıtkı'da ilk göze çarpan şeylerdi."
Şâirin ruh dünyasını ise, kızkardesi Nihal'e yazdığı bir
mektuptaki su ifadelerden takip edebilmekteyiz:
"Güzel!
Çirkin! Uzun! Zengin! Fakir! Şerefli! Şeref siz! Bütün bunlar hiç, bastan asagı
saçma ve lüzumsuz. . . Ama tuhaf değil midir ki yasayabilmek için, bu evsafın
iyilerini şahsında toplamak elzem ve elzemdir.
Güzeli çizdim, uzunu
çizdim, zenginliği çizdim, şerefsizliği
çizdim, geriye ne kaldı: Çirkin, kısa,
fakir,
şerefli!.
Görüyorsun ki bütün yaşamak ümitlerim şerefli olup
yaşamakta...Mesut olabilir miyim? Yüzde yirmi beş.. Çünkü eğer çirkinlik,
kısalık, fakirlik olmasaydı yüzde yüz mesut olmak şansı olurdu. Vakıa bazı zamanlar
tâliimin bu müthiş haksızlığına bir arslan kükremesiyle haykırıyorum. Fakat
emin ol ki sükûtî zamanlarımda çirkini iğimden,kısalığımdan âdeta şeytanî bir
zevk duyuyorum ve aynanın karşısına geçerek ne kadar küçük, ne kadar maskara olduğumu
görerek gülmekten katılıyorum..Sonra birdenbire aklıma bir fikir
geliyor...Gözlerimde parıltı kulaklarımda uğultu,dudaklarımda asabî bir bükülüş
halinde tecelli ediyor... Ciddî bir vaziyet takmıyorum ve kendi kendime
diyorum ki: "Sen eğer yaşamış olmak
istiyorsan, eğer hakikî saadete mazhar olmak ihtirasında isen, bu gülünç
suratından ölmez bir çehre yap...Simdi haline gülenler ilerde varlığın önünde
el bağlasınlar. Şimdi gururunu ayaklar altında çiğneyenler yarın gururunun
zirvesine basamak olsunlar...Simdi seni ölüme mahkûm görenler bir gün senin
ölmeyeceğine îman getirsinler... Dünyalara sığmayan varlığın ebediyetin koynuna
girip İlahî bir şehvetle çırpınsın..."
Görülüyor ki Cahit Sıtkı tıpkı’ Ahmet Haşim gibi kendisini tâliin
müthiş bir haksızlığına uğramış derecede çirkin bulmakta, ancak, bütün
karamsarlığına rağmen içindeki ebedîleşmek arzusunu da ifade etmektedir.
Cahit Sıtkı'nın liseye gelinceye kadar oldukça çalışkan bir
öğrenci olduğunu yine kendi ifadelerinden öğreniyoruz:
"Liseye
kadar adamakıllı çalışkan bir talebeydim, hele Fransız mektebinde çoğu zaman
sınıfın birin- cisiydim. Dersler arasında fark gözetmez, hepsini aynı aşkla
öğrenmeğe gayret ederdim.Fakat liseden itibaren riyaziye, fizik ve kimya ve
tabiiye beni sıkmağa başladı. Buna karşılık edebiyat tarafım gelişiyordu.
"
Fen derslerine karsı duymaya başladığı soğukluğa, imtihanlarda
düştüğü zorluklara rağmen kendisine olan güvenini hiç yitirmediği, hatta
dersten, imtihandan yana canı yanık o- lan arkadaşlarına cesaret ve ümit
vermeğe çalıştığı görülmektedir.
Bu sıralarda Cahit Sıtkı'nın edebiyata ve şiire olan alâkası,
yaptığı şiir denemeleri, hiç değilse yakın arkadaşları arasında dikkat çekici
bir noktaya ulaşmışsa da henüz neşredilmiş bir şiiri yoktur. Cahit'in bu
yıllardaki şiir hevesini besleyen kaynaklardan biri de Ziya Osman gibi şâir
bir arkadaşının olmasıydı."Henüz hiç bir şiirini yayınlamamış bir Cahit Sıtkı'nın yanında ben, iyi kötü bir Yedi Meşale
şâiri değil miydim?"*1 diyen Ziya Osman, ömür boyu üzerine hiç
bir gölge düşmeksizin sürecek dostluklarının nasıl başladığını söyle anlatıyor:
"Dostluğumuz
asıl ertesi ders yılıyla görüşmeye başladı. Lise ikiye geçtiğimizde, yeni
sınıfımızda, herkes kendine yer beğenir, çalışkanlar önleri.daha az
çalışkanlar daha gerileri seçerken Cahit'le ben,birbirimizi çekmiş gibi, bir
sırada yan yana buluverdik kendimizi. Yine kapıya yakın bir sıraydı. Ama artık
ben yeniden yatılı olduğum için is sırayla, sınıfla kalmıyor, yemekhane,
yatakhane, tam manasıyla okul arkadaşlığı başlıyor,günler ve gecelerimiz geçiyordu
bir arada...O, iple çekilen denen hafta baslarını sanki aynı ipin ucundan
tutmuş beraber çekiyor cumartesi günleri, tatlılı öğle yemeğinden sonra, yeni
elbiselerimizi giymek üzere, önce yatakhaneye, sonra, traş olmuş, şıklaşmış,
bütün haftanın ders sıkıntılarını, okul içinde giydiğimiz eski elbiseleri
dolabımıza tıkıvermekle unutmuş, hafiflemiş, uçarcasına mesut, Beyoğlu
caddesine çıkıyor, bir buçuk günlük hürriyetimize kavuşuyorduk."
Bu hürriyet günlerinde ilk uğranılan yerlerin basında da Hachette
Kitabevi gelmektedir. îki dost, burada, sevdikleri batılı şâirlerin eserlerini
karıştırmaktan, bazı mısraları hayranlıkla birbirlerine okumaktan, ele
geçirdikleri yeni bir kitap olursa; sanki başka müşteriler o kitabı ellerinden
kapıp alacaklarmış gibi duyguya kapılarak acele ile parasını ö- deyip
kitabevinden âdeta kaçırmaktan mesutturlar.
ilkokulda
iken Namık Kemal'in, Tevfik Fikret’in, Mehmet Emin'in şiirlerini insad ederek
okumayı pek sevdiğini Fransız mektebine geçtiğinde, ibtilâ derecesinde roman
okumak hevesine kapıldığını bildiğimiz Cahit Sıtkı, o sıralarda kız kardeşine
uzun, manzum mektuplar da yazıyordu. Lise yıllarında ise
defterlerinde ders notlarından çok şiir karalamalarına rastlanıyordu. Bunları
her fırsatta arkadaşlarına, bilhassa Ziya Osman’a okumaktan büyük zevk alırdı.
Artık beğendiği ve sevdiği sanatçılar da değişmişti.
Cahit
Sıtkı'nın Galatasaray'daki öğrencilik yıllarında Batıda ve bizde kimlerden
etkilendiğini, kimlere bağlandığını yine Ziya Osman'dan öğreniyoruz. Okula
başladığı senelerde;
"Harmonies
Poetiques et Religieus" şâirinden ezbere parçalar okuyabildiği halde, ya okul
öğretiminin özelliğinden, ya da sırası gelmediğinden, "Les Fleurs du
Mal" şâirini okumamıştı henüz. Baudelaire'i ona tanıtan Galatasaray oldu. Bu
tanışmayla, Cahit aradığını bulmuştu. Fotoğraflarındaki ve portrelerindeki
gözleri, Cahit'in gözlerine benzeyen, Cahit'inkiler daha içli ve çok daha
merhametli olmak üzere benzeyen Verlaine'le biriikte,Baudelaire onun artık en
sevdiği, daha başkasını sevemeyecek kadar sevdiği şâirlerdi . "
"Cahit'in,
böyle, elinden düşürmeyeceği, hiç olmazsa, sırasının gözünden eksik etmediği
kitaplar arasında, Ad.Van Bever'le Paul Leautaud'nun, yine, Cahit'in
sevgililerinden Apollinaire'le başlayıp daha birçok sevgiliyle devam eden
antolojisi vardı.... Sevdiği Türk şâirleri arasında da o zamanlar hemen
herkesin sevgilisi Ahmet Haşim'le Yahya Kemal'den başka, yine o zamanlar, bir
genç şâir Necip Fazıl Kısakürek vardı.
Hafta
sonu tatillerini, dayısı, Nafia Vekili Feyz Bey’in kadıköy'de
Tramvay caddesinde," Altıyol'a varmadan sol kol da bulunan evinde
geçirmiştir. Cahit'le birlikte ders çalışmak üzere Ziya Osman da dört beş kere
bu eve gittiğini söylüyor.
Yaz tatillerinde ise Diyarbakır’a giderdi.
"Günlerini,
şehir parkına, sinemaya gitmek, akrabalarına uğramak, arkadaşlarıyla gezinmek,
bazen de il kitaplığında çeşitli dergi, gazete ve kitap okumak suretiyle
doldurmağa çalışırdı. Ara sıra kızkardeşi Yıldız'a Fransızca, edebiyat dersi
verir, onu gelecek ders yılma hazırlardı. Yazın bunaltıcı sıcaklarında büyük
ve güzel evlerinin geniş avlusunu süsleyen havuzunda yüzerdi. Yüzmeyi de bu
havuzda öğrendiğini söylerdi. Bazen de babasıyla birlikte Karaca-dağ'ın serin
eteklerinde bulunan Çeltik tarlalarına gider, köylülerin çalışmalarını gözet lerdi."
Zaman zaman ikmallerle de olsa lise öğrenimini tamamlamaya
çalışan Cahit Sıtkı'nın daha bu yıllarda, yürüyeceği yolu seçtiği, hayat
mefkuresini belirlediği söylenebilir. Onun bütün arzusu, ölüp gittikten sonra
ardında kendisinin ve ailesinin nâmını yüceltip yaşatacak bir eser
bırakmaktır. 15.12. 1929 tarihinde anne
ve babasına yazdığı bir mektupta şunları söylüyor:
"Gelecek
nesiller bir Pirinççizade ailesinin var olduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet
ve takdirle anacaklardır. . .
Siz haldeki
saadetten mesulseniz, ben istikbaldeki şöhretimizi hazırlamakla meşgulüm. ..
Para
kazanmak! Nasıl olsa ekmeğimi çıkarabilirim... Ne diyorum, bir sey yapmak,
ölmez, yıkılmaz bir âbide yaratmak, işte
şâir mefkûresi...
Babacığım hayatta
muvaffakiyet yalnız aç kalmamakta değildir... Asıl muvaffakiyet göçüp gittikten
sonra ardında bir eser bırakmaktır... Bu eseri meydana getirmek için saadeti
memnû tedâkki etmeli...
Benim de
çizilmiş bir mefkûrem vardır...Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil
olmak için bir eser meydana getireceğim, nâmımızı, memleketimizi ve nihayet
nâmımı yükselteceğim.
... Vaktinden
evvel acı bir surette pismiş bir meyveyim ki varlığımda toplanan lezzeti
şiirin İlahî kalbinde göstereceğim. ..”
Niçin böyle bir şey yapmaya karar verdiğini izah ederken de
çirkinlik vs. gibi sebeplerle aradığı saadetin kendisi için yasak olduğunu
gördüğünü, maddi şeylerden haz almadığını; sahtekârlıktan, dolandırıcılıktan,
yalancı hedefler için didinmekten zevk alamayacağını, kendisi için yasamanın
bir saadet değil, mütemadi bir sa'y ve gayret demek olduğunu söylüyor. Aynı düşünceyi bir kaç yıl sonra kız kardeşine
yazdığı bir mektupta çok daha açık ve çarpıcı olarak söyle dile getirecektir:
"Hakikaten
Nihal, gözüm çok uzaklarda ve çok yükseklerdedir. Tuttuğum yolda çok
muhterisim. Beni tanıyanların, vücudumdaki kusurların yanında ruhumun da bir
çok meziyetleri olduğunu takdir etmelerini elbette isterim. Mesut olamadıktan
sonra muvaffak olabilmek büyük bir tesellidir."
Mesut
olmaktan ümidini keşmiş görünen ve tek teselli olarak gördüğü muvaffakiyeti
şiirde arayan Cahit Sıtkı, edebiyata- hangi tesirler altında yöneldiğini ve bu
yoldaki tekârnülünü söyle anlatıyor:
"Edebiyata
karşı duyduğum heves on yıl evvele kadar gider. O zaman Fransız mektebinde
idim. Annemden uzak bulunmam, mektepdeki yabancı ve kasvetli hava zaten marîz
olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu
karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebî parçalardan ilham alarak,
parlak kelimeler, göz kamaştırıcı teşbihler ve süslü cümlelerle anlatmağa
çalışıyordum. Corneille'i, Racine'i, Molier'i sınıfta okuyorduk. Romantikleri
de kendi kendime mektep kütüphanesinden aldığım kitaplardan takip ediyordum.
Lamartine’ in bütün şiirlerini ezberliyor, teneffüshanede arkadaşlarım
voleybol , basketbol oynarlarken, ağaçların gölgesine çekilerek kendi kendime
okuyordum. Bendeki Lamartine muhabbeti Galatasaray onuncu sınıfa kadar devam etti.
Orada Baudelaire'i keşfettim. daldım Elem Çiçekleri'nin sonsuz bahçesine:
Baudelaire'i okuyuncaya kadar Lamartine tesirinde bir kaç manzume karalamıştım.
Fakat Baudelaire'i okuduktan sonra düşünüşüm, okuyuşum, görüşüm değişti. Daha
doğrusu Baudelaire, elinde tuttuğu canlı meş'ale ile bana tutacağım,tutmam
gereken yolu gösterdi. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti. İçimle dışım arasındaki farkı "Les Fleurs
de Mal"i okuduktan sonra idrak ettim. Baudelaire bana kendi kendimi
buldurttu; ve ben hayatımı Baudelaire'i o- kuduktan evvel, Baudelaire'i
okuduktan sonra diye iki fasla ayırmaktayım."
Galatasaray Lisesi'nin 1106
numaralı öğrencisi olan Cahit Sıtkı, 1931 yılında bu okuldan mezun olduktan
sonra Yıldız'daki Mülkiye Mektebi'ne daimi yatılı olarak girdi. Bu yeni
okuluna dair ilk intihalarını yine bir mektubundaki "Mektebimiz iyidir.
Yalnız yemeklerine de alışabilsem iyi olacak. Havası çok güzel. Serbest bir
hayat . Dersler, sevdiğim dersler. Muvaffak olacağımı kuvvetle ümit
ediyorum." şeklindeki ifadelerinden öğreniyoruz.
Artık Galatasaray sıralarında yazdığı şiirlerde, belirli bir
sınırın Ötesine bir türlü geçememiş, zoraki diyebileceğim bir kötümserlik
yüzünden kız kardeşlerinden, çok sevdiğini söylediği Nihal'e yazdığı ve
yanılmıyorsam yayınlanmamış bir manzum mektup dışında tam manasıyla samimi olamamış, yapmacıklı
kalmış Cahit Mülkiye bahçesinin çimenleri üstünde baş başa geçen bu
saatlerimizde görüyorum ki, Baudelaire’in yardımıyla da olsa, yavaş yavaş
kendini buluyor, dert ve sevinç ne duyarsa duysun her şeyden önce samimi görünüyor, sanatı
kıvama ereceğe benziyordu.
Nitekim "Uzak Bir İklimde", "Gece bir
Neticedir", "Güneşe Âşık Çocuk" gibi şöhretini ilk sağlayacak
şiirler bu dönemin mahsulleridir. Cahit bu şiirleri fırsat buldukça yakın arkadaşı
Ziya Osman'a okumakta , ve görüşlerine değer verdiği başka sanatçıların da
kendi şiirleri hakkındaki kanaatlerini öğrenmek istemektedir.Bu maksatla
tanınmış romancı Peyami Safa'ya da şiirlerinden bazılarını gönderdiğini yine“
Ziya Osman’ın hatıralarından öğreniyoruz.
Peyami Safa, Cahit'e bir mektupla karşılık vermekle kalmıyor,
27.10.1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 3045 nolu sayısında çıkan
"Bugünkü Türk Şiiri" başlıklı makalesinde şiirimizi ana hatlarıyla
gözden geçirdikten sonra, yazısına şu cümlelerle son veriyordu:
"Edasını
halk edebiyatından, felsefesini Yunus Emre' den ve bir kısım estetiğini de
sathî bir Avrupa kültüründen dilenen bugünkü Türk şiiri büyük yoluna girmemiştir.
Halbuki zekalarımızın terkipçi ve metafizik teşekkülüne bakarsak bizim
avrupadan da kendi mazimizden de medet ummaya ihtiyacımız yoktur. Mevlânâ'yı ve
Yunus Emre'yi diriltmeyen, Mallarmé'yi
ve Valéry’yi andırmayan
yepyeni bir Türk felsefe kafası dogması için pek çok şartlar müsaittir.
Bize bu yolda
bir şiirin ümidini veren ve kendisin de
bir deha tomurcuğu sezdiğimiz genç ve yeni bir imzadan gelecek makalemde
bahsedeceğim. Kendisinde henüz bu yeni şiir müdrikesinin tam bir teşekkülü
yoktur, fakat en büyük ümitlerin bile hızını kesmeyecek kadar kuvvetli
vaitleri vardır. Cep defterinize kaydetmeniz için bu ismi şimdiden söyleyebilirim:
Cahit Sıtkı.
Bu onun sanat âlemine ilk takdimi idi. Hemen arkasından gelen
Peyami Safa'nın va’dini yerine getirmek için kaleme aldığı, Cahit Sıtkı'nın
şiirlerini tahlil eden "Yeni Bir Şair" başlıklı iki makalesi ile de
artık az çok tanınmış bir isim haline geliyordu.
Bu
durumun Cahit'i ne kadar mutlu ettiğini kendisinden öğrenelim:
"Bu
günlerde pek keyifli olduğumu belki
biliyorsun. Bu keyfime sebep hakkımda yazılan yazılardır. İstanbul'un
edebiyatla meşgul olan her ferdi benimle meşgul, herkes benden
bahsediyor...Kimi görsem "yahu filankes seni soruyor, şiirini çok beğeniyormuş"
yahut da "filankes seni görmek ve seninle tanışmak istiyor." Bu
kabil sözler. Herkes tarafından aranılmak
çok hoş bir şey..."
Ziya Osman'ın dediğine göre;
"İş
bu kadarla kalmadı. Makalelerde incelenen şiirler, Semih Lütfi Kitabevi tarafından
ömrümde Sükût adını taşıyan ince bir kitap halinde yayınlandı. Yıl, daha 1932
idi."
Cahit
ilk kitabını o üç makaleyi yazana "büyük dostum" hitabıyla ithaf
ediyordu. Bir göz enfeksiyonu sebebiyle
yattığı okulun hastanesinden yazdığı bir mektupta kız kardeşine, eserinin
çıkısını müjdelerken;
"Sana
bir müjde vereyim Nihal Abla, kitabım çıktı. Hayırlısı. Kalkar kalkmaz ilk isim
sizlere göndermek olacak... Beni beğenenler çok Nihal Abla... Memleketin en
tanınmış edipleri yazılarımı çok beğeniyorlar. ..Hele hiç bir şey beğenmeyen
ve çok titiz olan Ahmet Haşim bile bana "Bravo" diyor. Sevincime
payan yok...’’
Ne
var ki. şiir adına duyulan bu sevinçler, şiirde çok yükseklere çıkma ihtirası,
lise yıllarından gelen sigara tiryakiliğine eklenen ve gittikçe ibtilaya dönüşen
meyhane alışkanlıkları, aşklar... Cahit'in derslerini ihmal etmesine,haylazlaşmasına
yol açacaktır. Ve dört yılın ardından tamamlanamayan mülkiye tahsili...
Artık,
varsa yoksa şiirin peşindedir Cahit. Aşağıdaki cümleler onun nihilizme varan
bir tutku ile hayatı nasıl kucakladığını açıkça gösteriyor:
"Aşk!
Ama yalnız mahcup bakireleri veya Kleopatra hafidesi şerare gibi kadınları mı sevmeli, hayır; güzel havaları
da, çocuk bahçelerini de, kedi yavrularını -pisi pişiler- da, bütün insanları,
bütün kâinatı bir âşık bakısıyla kucaklamasını bilmelidir. Hele kendimize
seçtiğimiz mesleğe karsı aşk icabında cinnet hududunun, hudutlarının ötesine de
geçmelidir. Şiire âşık olmayan adamlardan beşer hafızasında yer etmeğe layık
nağmeler beklemek abes olur. Bir çoklarının yarım şâir kalmaları bundan değil midir?"
Kadınlara olan aşkını da yabana atmamalı:
"O, hep
böyle küçük, kendisinden yaş yaş küçük kızların peşinde, benliğinin yarısı
sanki daima âşık, öteki yarısı sanki daima sarhoş yaşadı.Ta yatağa düşünceye
kadar... Cahit’i âşık eden kızların hiç birini görmem kısmet
olmadı. Onları ya kendi ağzından dinledim, ya mektuplarıyla şiirlerinden
öğrendim. Onlar hep küçük kızlar oldular. Hatta bazıları, kara okul
göğüslüklerini olsun çıkarmamışlardı. "Beşiktaşlı"dan önce, hakkında
şiir yazmamış olsa bile, böyle henüz göğüslüklü bir "Kadıköylü"sü de
vardı galiba. Sonra, on dört yaşındaki Beşiktaşlı geliyordu. Burhaniye'de askerliğini yaparken komşusu
"Boşnak kızı" da aynı yaştaydı. Hemen sonra, gene askerliği
sırasındaki kendi tabiriyle "esmer güzeli yar"inin on yedi yaşlarında
var-yok olduğunu yazdığı mektubu, 18 Temmuz—1943 tarihini taşıyor’’. diyor
Ziya Osman ve devam ediyor:
"Cahit‘in
böyle, kendi yaşından kat kat küçük yaşlarda kızlar sevmesinin sebebini, daha
lise yıllarındayken, hafta başları Kadıköy’deki yengesine gittiği zamanlardan
beri biliyordum...
Cahit
kendisinin çirkin hiç bir kızın beğenmeyeceği kadar çirkin olduğuna
inanmıştı...Bunu bir kara talih sayıyordu... Aşağı yukarı söyle diyor:
"Ben
çirkinim, yetişkin kızlardan beni beğenen olmaz. Onlar tecrübelidir. Ben
ancak, küçük yaştaki toy kızları elde edebilirim, ancak onlar bana yüz
verirler. "
Cahit
Sıtkı. Mülkiye'deki öğrenim yılları boyunca "Beşiktaşlı"sının evinin
bulunduğu yokuşu aşk heyecanları içinde inip çıktıktan sonra iise dört yıl
sonra Mülkiye'den, Beşiktaş'tan ve Beşiktaşlı'dan ayrılmak zorunda kalıyordu.
Oysa babası oğlunun yüksek tahsil yapmasını, Mülkiye'yi bitirmesini, oradan yaldızlı
bir diploma almasını ne kadar isterdi... Ayda otuz lira gibi, o zaman için
mühim sayılabilecek maddi bir fedakârlığa hep bunun için katlanmıştı. Şiirle
uğraşmasını da bu yüzden istemezdi. Cahit'in derslerindeki başarısızlığının
sebebini şiirle uğraşmasında görürdü. Bu yüzden sık sık münakaşa ettikleri
olurdu. Bunlardan birini kız kardeşi Yıldız Koksal, şöyle naklediyor:
"Bu
yaldızlı kağıt üzerinde ne diye bu kadar duruyorsun. "Bak Hüseyin
Cahit'in de diploması yok" demişti. Babam da "Artık o zamanlar
geçti" diye cevap vermişti .